Rock’n Roll her şeyi değiştirdi. Beyaz gençler Ritim&blues çalıyor artık. Peki nasıl oldu bu? Sadece Amerika’nın zor şartlarda yaşayan siyah topluluklarına ait olan bu sound, nasıl oldu da ırk bariyerlerini aşıp, yalnızca Amerika’yı değil tüm dünyayı saran bir müzikal aydınlanma haline geldi? Elvis, dünya çapında hiç bilinmeyen Afro-Amerikan blues sanatçıları Big Mama Thornton ve Arthur Crudup’ın şarkıları Hound Dog ve That’s All Right’ı söylediğinde köle zihniyetini tam anlamıyla temellerinden sarstı ve her yerde ilkel önyargılara hareket çeken çocukların yer aldığı yükselen yeni bir dünyanın habercisi oldu.

Rock’n Roll sayesinde gitar da tarihteki en popüler, gelmiş geçmiş en havalı müzik enstrümanı haline geldi.  Gitar hepimizin müzisyen, şarkıcı ve besteci olmasını sağladı. Ders almanıza ya da müzik okumayı öğrenmenize, hatta çaldığınız notaların adını bilmenize bile gerek yoktu. Yapmanız gereken tek şey bir iki akor öğrenmekti, hepsi bu. Bu anlamda, bluesun evriminde yeni bir basamak olan rock’n roll da herkese ulaşabilme ve sadelik gibi özelliklerini temelde korudu. Gitar mükemmel bir enstrümandı. Hafif, her yere taşınabilir ve oldukça ritmik: En kral groove enstrümanı. Elektrik gitar diğer hiçbir enstrümanın ulaşamadığı tınılarda ağlayabiliyor, çığlık atabiliyor ve inleyebiliyordu. Ses yükseltme (amplifikasyon) teknolojisi geliştikçe, gitar da evlerin çatısını uçuruncaya, ses tsunamileriyle ile kocaman stadyumları dolduruncaya kadar bu gelişime ayak uydurdu.

Ama Elvis’ten, onun ritim&blues dansları ve Jumbo Gibson gitarından önce siyah ve beyaz Amerika’nın önde gelen enstrümanı piyanoydu; ragtime, blues ve caz müziklerinin çoğu piyano ile yaratıldı. Pek tabii New Orleans’ta kendini gösteren Afrika ve Karayip kökenli kölelik müziğinin telli enstrümanlarının da önemi yok değildi, ama o zamanlar Amerika’daki neredeyse her evin salonunda, her bar köşesinde ve her genelevde bir piyano vardı. Müzik dinletisi sunacak radyo ya da fonograf kayıtları yoktu. İlk ulusal ölçekli radyo yayınlarının başlaması 1926 yılını bulacaktı. Müzik sadece canlı performanslarda hayat buluyordu. Jelly Roll Morton takma adını kullanan Fred la Mothe, New Orleans’ta yüzyılın başlarında Storyville genelevlerinde kısa pantolonu ile blues piyano çalıyordu. Onun Winin’ Boy, Don’t You Leave Me Here, Maimie’s Blues, Buddy Bolden’s Blues ve Michigan Water şarkıları, bildiğimiz muhtemelen en erken (ve en iyilerinden) blues parçalarıdır.

Jelly Roll, Amerikan şehirlerindeki genelev mahallelerinde çalışan pek çok erken dönem caz, ragtime ve blues piyanistlerinden sadece biriydi. Jimmy Durante o dönemlerle ilgili, on beş yaşındayken New York’ta polis baskınına uğrayan gizli bir eşcinseller kulübünde sahne aldığından bahseder. Scott Joplin, St. Louis’de benzer bir işte çalışmıştı ve bunlar gibi daha pek çok hikâye vardır. Bugünün aksine o zamanlar genç bir müzisyen için seçenekler kısıtlıydı: Ya günah ve utancın dünyasını seçecektin ya da kilise ve erdemin. Püritan bir ülke olan Amerika, Hıristiyan ahlaki değerleri olarak addedilenlerin gözetilmesi konusunda her zaman tetikte olmuştur. Yine de bazı müzisyenler kilise müdavimi ailelerde büyümeleri nedeniyle her iki dünyaya da temas ederek yaşadılar. Bunun iyi bir örneği Ma Rainey’in müzik direktörü olan meşhur blues piyanisti, şarkıcı ve besteci Georgia Tom’du. Kilise ile büyüyüp sonra kiliseye sırt çevirerek blues çalan, sonrasında bluesu bırakıp tekrar kiliseye dönen ve Tomas A. Dorsey adıyla gospel müziğinin babası haline gelen Georgia Tom. Birçok müzisyenin hayatı bu mücadeleyle geçmiştir.

Piyano merkezli blues ile gitar merkezli blues arasında nasıl bir fark vardı peki? Temelde söyleyebileceğim şey, her ne kadar önemli istisnalar olsa da piyanonun daha sofistike bir şehir enstrümanı, gitarın ise daha ilkel kırsal bir enstrüman olmasıydı. Ayrıca, gitar güçlü bir anlatım ve efekt gücüne evrilirken piyano, elektronik olarak modifiye edilebilse de temel olarak değişmeden kalmıştır: Rock tipi blues gruplarında pek klavye kullanılmaması tesadüf değildir, çünkü piyano solo performanslara ya da Ray Charles veya Fats Domino’nunkiler gibi caz temelli topluluklara daha uygundur.

Blues piyano, blues gitarın gelişimini etkilemiş midir diye kendime birçok kez sormuşumdur. Evet, birçok durumda gelişimine katkısı olduğuna inanıyorum. Blind Blake ve Gary Davis gibi ragtime blues gitaristleri aslında gitarı piyano gibi çalarlar, sağ el baş parmaklarını piyanistin sol eli gibi senkoplu bir ritim tutturmak için kullanırlar. Hatta Robert Johnson bazı şarkılarında piyanoda kullanılan vekil akorları/çevrimleri kullanır. Sadece, Son House’dan Charlie Patton ve Muddy Waters’a uzanan yelpazedeki “plantasyon” blues sanatçılarında, piyano fikren veya teknik olarak yer bulmaz. 1960’ların rock blues’unu etkileyen T Bone Walker ve B.B. King gibi erken dönem elektrikli gitar ustaları, piyano ve caz fikirlerini işleyen ve kullanan sofistike müzisyenlerdir. B. B. King’in erken dönem ilham kaynaklarından biri olan Lonnie Johnson, karmaşık akorlar ile tek nota yürüyüşler arasında gezinirken son derece rahattır.

Peki gitar ve piyano birlikte nasıl tınlar? Uyumları nasıldır? Piyano-gitar bileşimini bugün çok nadir görüyoruz, oysa 1920’lerde ve 30’larda çok sık görülen ve ticari olarak da başarılı bir ikiliydi. Georgia Tom ve birlikte çaldıkları slide gitar ustası Tampa Red’in Tight Like That gibi Hokum[1] hitleri vardı mesela, yine de benim için o dönemin en iyi piyano-gitar ikilisi LeRoy Carr ve Scrapper Blackwell’dir. Bu ikilinin düzinelerce kaydı arasında klasik olmuş ve yıllar içinde yüzlerce kez yorumlanmış Midnight Hour Blues, How Long Blues ve Blues Before Sunrise gibi şarkılar vardır. Sözünü ettiğim ikililerde piyano sabit akorlarda giderken gitar boşlukları doldurur ve solo çalar. Red ve Blackwell solo gitar için standardı oluşturan olağanüstü ritim yeteneğine sahip harika müzisyenlerdi.


[1]          Ç.N. Amerikan blues geleneğinde mizahi yanı ağır basan, cinsel temalara üstü örtülü göndermeler yapılan şarkı türü.

Şaşırtıcı gelebilir ama rock’n rollun ortaya çıkmasında blues piyanistlerinin rolü, muhtemelen gitaristlerden daha fazladır. Blues piyanosu 1930’lar ve 40’lardaki boogie woogie çılgınlığı ile şöhretinin zirvesine tırmandı. Her ne kadar boogie woogie bas yürüyüşleri on yıllardır çalınsa da bu son derece ritmik soundu Albert Ammons ve Maude Lux Levis gibi piyanistler popüler hale getirdi. Bu, gençleri hareket ettiren vahşi bir müzikti. Kısa süre sonra Amerika’daki her caz ve dans grubu geceleri boogyliyordu.

Buradan sonra müziğin akışı doğal olarak Fats Domino’ya ve Jerry Lee Lewis’e doğru evrildi ama piyano 1950’lerde Amerikan sahnesinden artık eğlencenin ana kaynağı olmaktan çıkarak neredeyse tamamen silindi. Milyonlarca evde piyanonun yerini televizyon almaya başlamıştı; gençler arkadaşlarına, ev partilerine ve jam sessionlara giderken yanlarında rahatlıkla taşıyabildikleri ve çok daha ucuz olan gitarları satın alıyordu artık. Gitar çalmak dünyanın en havalı şeyiydi, hala da öyle. Gitarın evrensel ölçekteki popülerliğini yitireceğini akla getirmek bile zor.

Blues piyanoda kimi dinlemeli öyleyse? İsterseniz önce alttaki linke bir göz atın. Diğer önerilerim bu performansı takip edecek.

Evet, ‘En İyi 10’ seçimim aşağıda ve daha fazlası için ise YouTube dünyası var. İyi eğlenceler!

Big Maceo
Leroy Carr
Otis Spann
Dr. John
Little Brother Montgomery
Champion Jack Dupree
Memphis Slim
Roosevelt Sykes
Pine Top Perkins
Professor Long Hair

Yazar: Jeffrey Lewis Schucard
Çevirmen: Doğa Ertürk
Düzenleme: Bahar Kaya – Gürkan Özbek

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir