Blues hakkında bildiklerimiz ve bilmediklerimiz hala çok fazla… Daha doğrusu, doğru bilinenler kadar yanlış bilinenler, şehir efsaneleri, abartılmış öykülerle başlayan ve tamamen ilgisiz yerlere gitmiş söylentiler var. Bunların hepsi, blues folklorunu oluşturuyor, ancak ABD’nin en fakir bölgelerinden birinde tohumlanıp neredeyse bütün popüler müziği etkilemiş bir müzik türünün gelişmesinde bu tür efsanelerin de bulunması kaçınılmaz…

Blues tarihiyle ilgili bir yazı yazmak çok kolay değil, hatta bu işe girişmek biraz da korkutucu geldi… Blues konusunda yazılmış çok kitap, her albümün içinde sanatçılarla ilgili doğru, bazen de yanlış binlerce sayfa bilgi bulunuyordu. Bir de şu durum var, bir yazı yazmak, özellikle medeniyet-i garbiyyeden muharrirlerin “non-fiction” tesmiye ettikleri yazılar yazmak, yeni bir yaklaşım, yeni bir yorum gerektirir. Kısaca, yazı yazmak bir tarife göre raftan on kitap alıp yerine onbir kitap koymaktır, ama öte yandan, bu yazıya kendinizden bir şeyler katmıyorsanız, yaptığınız iş vakanüvislikten veya malumatfuruş bir intihalcilikten öteye pek gitmez.

Aslında çok uzun sayılmaz, topu topu 200 senelik bir öyküden söz ediyoruz. Kötü adamlar, ucuz içkiler, aşağılanma, kendini arama, kendini ifade etmek için dışarıya değil, kendi içine dönen bir dizi, belki de binlerce insanın öyküsü… Biraz dramatik olalım, vatanlarından kopartılmış, zincirler içinde gemilerin yük ambarlarında, bazen sintinelerinde ne insanlarını ne geleneklerini ne de dillerini bildikleri bir ülkeye getiriliyorlar. Hatta, bir gün köylerinde oturup aslında o dönemdeki diğer “uygarlık”lara göre hiç de fena sayılmayacak bir hayat yaşarken… Yolda gemiye bindirilenlerin yarısı ölüyor, kalanlar ise kötü beslenme, daha doğrusu beslenmeme, el ve ayak bileklerindeki prangaların sürtünerek deri ve eti yiyip kemiklere kadar dayanması sonucunda yürüyemez hale gelebiliyorlardı.

Geldikleri yerler değişikti, ama şimdilik New Orleans’taki Kongo meydanına gidelim. Yeni bir köle gemisi gelmiş, zamansa 19. yüzyılın başları… 1807 yılında kölelik resmen kaldırılmış olmasına rağmen, güney eyaletlerindeki büyük çiftliklerde işgücü gereksinimi devam ediyor, dolayısıyla köle ticareti ise tüm hızıyla devam ediyor. 1819 yılında mimar Benjamin Henry Latrobe, Kongo meydanına gelmiş ve oradaki enstrümanları görmüş. Gördüğü enstrümanların büyük bir çoğunluğu vurmalı çalgılar, ama tuhaf bir telli enstrümanı da anlatmış. Uzun bir sapın üzerinde iki kulağın bulunduğu ve insan şeklinde bir parça, buna iki tel bağlanmış ve en altında kabaktan yapılma bir gövde… Hemen hemen bütün kültürlerde bulunan, sesin rezonansa girmesi için bir gövdeden ve tellerin değişik sesler çıkartabileceği bir saptan oluşan klasik bir telli sazdı bu şüphesiz…

Kongo meydanı, New Orleans’ta zencilerin kendi müzik ve danslarını yapabilecekleri tek yerdi. Dans ve müzik günbatımına kadar polis gözetimi altında devam edermiş, ancak 1839 yılında bilinmeyen nedenlerle durdurulmuş. 1845’de tekrar izin verilmiş ve bundan sonra iç savaş başlayana kadar devam etmiş. Aslında New Orleans, beki de genelde Louisiana, Fransız geçmişi dolayısıyla zencilere karşı en liberal davranan eyalet olmuş. Geleneksel Fransız libidosunu da dikkate alırsak, birçok Fransız kökenli asilzadenin zenci metresleri olması şaşırtıcı olmasa gerek… Bu birlikteliklerden değişik tür melezler de adlandırılmış elbette, dörtte bir beyazlar (ikinci nesilde bir beyaz ata) için “quadroon”, sekizde bir beyazlar (üçüncü nesilde bir beyaz ata) için “octoroon” gibi… Malikanelerde çalışan zencilerin de hali vakti oldukça yerindeymiş, hatta özgürlüğünü kazananların ticaretle iştigal etmeleri veya kendi işlerini yapmaları sıkça rastlanan bir durummuş. Louisiana’dan çıkıp, Fransa’ya eğitim almak için giden zenciler, daha çok melezler de görünüyor haliyle…

Daha eski İngiliz kolonilerinde ise durum daha farklıymış, özellikle Virginia, Georgia, Kuzey ve Güney Carolina gibi eyaletlerde büyük tütün ve pamuk çiftliklerinde olabildiğince ucuz işçi gereksinimi yüzünden alınan köleler, çiftliklerin dışına dahi çıkmıyorlardı. Çiftlikler ise, yaşama alanları, kiliseleri, dükkanları ile tamamen küçük bir kasaba görüntüsündeydiler ve beyazlar tarafından yönetiliyorlardı. Kölelerin yaşam şartları ise çoğu zaman çiftlik sahibinin iyi niyeti ve daha da önemlisi, çiftlik kahyasının insafına bağlıydı.

Blues’un doğduğu yer olarak kabul edilen Mississippi’ye gitmeden önce bir de bu kölelerin nerelerden geldiğine bakalım. Kuzey Amerika kölelerinin büyük bir çoğunluğu Batı Afrika’da Senegambia denilen bölgeden gelmişti. Burada ana olarak dört büyük kabile bulunuyordu, Mandingo, Akian, Hausa ve Yoruba… Geldiklerinde kendi geleneklerini de beraberlerinde getirdiler, ancak çoğu zaman bunu uygulama fırsatı dahi bulamadılar. Öyle ki, bir isyan için birbirleriyle iletişim kurabilirler endişesiyle Mississippi’de kölelerin davul çalması dahi yasaklanmıştı. Kuzey Amerika’daki kölelik sistemi zencileri öylesine bastırıyordu ki, insanlıkları dahi sorgulanır hale gelmişti. İngiliz oyuncu Frances Anne Kemball, Georgia’daki bir çiftlikte gördüğü bir zenci köleyi anlatırken, “bu kişi konuşabiliyor, dolayısıyla bir goril, orangutan veya şempanze değil…ancak uzun ve ince elleri, uzun ve düz ayakları yüzünden onu goril familyasından biri olarak görme eğilimindeyim ama Isaac konuşuyor, bu nedenle onunla iletişim kurarken kendimi rahat hissediyorum,” diyordu.

ABD İç Savaşı, köleliğe tam olarak son verdi, ancak bütün bu köleler hür olunca ne yapacaklarını bilemediler. İşin komik tarafı, beyazlar da özgürlüklerini yeni kazanmış zencilerle ne yapacaklarını bilemediler. Kimileri Ku Klux Klan gibi aşırı ırkçı örgütler kurarken, genel olarak büyük bir çoğunluk zencilerin kendileriyle aynı haklara sahip olmasını kabullenemiyordu. Zenciler, 1870 ve 1880’lerde “ayrı ancak eşit” prensipini kabul etmek zorunda kaldılar, ancak çoğu zaman eşitlikten söz etmek mümkün değildi.

Blues dünyasının ilk ve en tanınmış öykülerinden biri W.C. Handy’nin blues’la ilk tanışmasının hikayesidir. Ondokuzuncu yüzyılın sonunda ABD’nin değişik yerlerinde müzisyenlik ve grup lideri olarak yaşamını sürdüren Handy’nin yolu 1903 senesinin Haziran ayında Tutwiler, Mississippi’ye düşer. Tutwiler 49 no.lu karayolu üzerinde, Clarksdale’in 15 mil güneyinde yer alan bir kasabadır.  Sıcak bir günde Handy, rötar yapan treni uzun bir süre beklemek zorunda kalır. Robert Palmer’a göre Handy burada beklerken muhtemelen Mississippi Deltasının sulak topraklarında yetişen söğütlerin rüzgarda salınmalarını, uzaktan uzağa sokak köpeklerinin havlamalarını da duymaktadır.  Yaklaşık dokuz saat süren bu bekleyiş sırasında bankın üzerinde uyuyakalan Handy, o ana kadar duymadığı bir sesle uyanır.

Handy sesin nereden geldiğini uyku sersemliğiyle çözmeye çalışır, ve biraz uzağında yere çömelmiş bir zencinin elindeki gitarın telleri üzerinde bir bıçağı dolaştırdığını görür. Dişleri dökülmüş zenci gözlerini kısarak bağırmakta, daha sonra ise, aslında bugünkü gitarlara fazla benzemeyen enstrümanıyla kendisine cevap vermektedir. Şarkının sözleri sürekli aynı gitmektedir, “Goin’ where the Southern meets the dog…” Handy daha sonra defalarca bunun hayatta duyduğu en tuhaf müzik olduğunu söyleyecektir.

Yerinden kalkarak müzisyenin yanına giden Handy, şarkı sözlerinin ne anlama geldiğini sorar. Zenci cevap vermez, cevap vermemekle de kalmayıp gözlerini “nasıl bilmezsin” anlamında yuvarlar. Aslında kendine göre söylediği basit ve anlaşılırdır; Southern dediği Güney Demiryollarıdır, yerel halkın “Yellow Dog” (sarı köpek) dediği ise Yazoo ve Mississippi Vadisi Demiyollarıdır.  Biraz daha güneyde Moorehead kasabası civarında bu iki demiryolu birbirini kesmektedir, zenci müzisyen aslında Moorehead’e gidiyordur ama bunu açıkça söylemekten çok, “beyaz adam patron” dan şikayetlerini dile getirdiği şekilde, daha sonraları “signifying” olarak adlandırılacak bir çeşit şifreli konuşma şeklinde, dolaylı yoldan söylemektedir.

Handy, Florence, Alabama’da yetişmişti ve Clarksdale merkezli orkestrası bölgenin en başarılı dans orkestralarından biriydi. ABD’nin güneyinde, özellikle Mississippi, Alabama, Louisiana, Tennessee ve Arkansas eyaletlerinde sürekli çalıyorlardı. Pamuk tarlalarındaki iş şarkılarına, tek dizeden oluşan ve “proto-blues” olarak adlandırılabilecek müziğe Handy’nin oldukça aşina olması gerekirdi. Ancak Handy, daha önce bu kadar yakından ve uzun süre bu ilkel olarak adlandırdığı müziği dinlememişti.

Müzisyenin çaldığı enstrüman Sears katalogunda bulunan ucuz gitarlardandı. Ondokuzuncu yüzyılın sonlarında Sears Roebuck firması, posta siparişiyle gitar satışına başlamıştı ve fakir insanların bile bu gitarları alabilmesi hedeflenmişti. Bu şekilde daha önce müzik aletlerini kendisi yapmak zorunda olan müzisyenler, standart enstrümanları kullanma olanağı bulmuşlardı.

Bununla beraber, çok değişik çalma stilleri ve akort şekilleri gelişmişti. Sor ve Carcassi gibi avrupalı ustaların klasik gitar tekniğini ABD’ye getiren ilk zenci, dönemin en başarılı klasik gitaristlerinden biri olan Virginia’lı Justin Holland’dı.  Ancak Mississippi deltasındaki pamuk işçilerinin bu teknikleri görmeleri mümkün değildi, iyi zenci müzisyenlerin çoğu, beyaz efendiler tarafından kendi evlerinde çalmaya davet ediliyordu. Dolayısıyla gelişen en önemli tekniklerden biri Afrika’da, özellikle kölelerin getirildiği Nijer ırmağı çevresinde çok sık rastlanan ve ABD’ye geldikten sonra “diddley bow” adını alan tek telli enstrümanın üzerinde gelişen “slide” tekniğiydi.

Diddley bow, genellikle uzunca ve kalın bir tahtanın üzerine çakılan iki çivi arasına gerilen bir telin üzerinde bir metal parçasının hareket ettirilme-siyle çalınıyordu. Kimi zaman bu teller duvara çakılan çivilerin üzerine bile gerilebiliyordu, ve tarlada çalışacak yaşa gelene kadar çocukların az sayıdaki oyuncaklarından biriydi.

Gitara slide tekniğinin yansıması aynı zamanda değişik akort şekillerini de beraberinde getirdi. Standart açık akort ile gitarda akor çalmak kolay değildi, hele tellere basması gereken parmaklarla bir metal tutarken… Bu nedenle açık la, açık mi, açık re gibi, bütün tellere vurunca majör bir akorun seslerinin alınabildiği akort şekilleri geliştirildi. Metal parçası olarak parmağa takılan yuvarlak silindirler veya bıçak kullanılıyordu. Sonraları şişelerin boğaz kısımları kırılarak keskin kenarları törpülenerek parmağa takılmaya da başlandı. Bu şekilde blues müzisyenleri gitarın sapındaki perdelerin müzisyeni tampere kromatik notalara kısıtlamasından da kurtuldular.  Çünkü blues’un köklerinde yatan iş şarkıları herhangi bir gama bağlı olmadığı gibi, “mavi nota” olarak adlandırılan ara seslere kesintisiz çıkmayı da gerektiriyordu. Bu şekilde herkes kendi ses aralığına uygun olarak stilini geliştiriyor ve tarlada bağırarak söylediği zaman diğer işçiler tarafından kim olduğu rahatça anlaşılıyordu.

W.C. Handy’nin blues alanında ilk önemli ticari başarısı 1912 sonbaharında çıkarttığı “The Memphis Blues”du, ancak tarihte ilk defa “blues” sözünü içeren parçanın 1908’de New Orleans’lı bir müzisyen olan Antonio Maggio’nun “I Got The Blues” adlı parçasıdır.  Haliyle, bu o dönemde kayıt ve plak teknolojisinin çok sınırlı olması nedeniyle notası basılan ilk parçadır, bunun gibi yüzlerce, belki binlerce parçanın Mississippi deltasında keşfedilmeyi beklediğini de eklemek gerekir.

Handy’nin 1914’de bestelediği “St Louis Blues” ise, bugüne kadar sayısız caz ve blues yorumcusu tarafından söylenmiş ve yorumlanmıştır; Handy’nin görüşümüzce yanlış da olsa, “blues’un babası” olarak tanıtılmasına neden olarak en büyük ticari başarısıdır. Ancak “St Louis Blues”, tam anlamıyla bir blues parçası değildir, parça oldukça sofistike sayılabilir, girişinde minör tonalitedeki armonisi, nakarat bölümünde majör tonaliteye geçmekte, ve sadece burada 12 ölçülük blues akor sıralamasını göstermektedir. Oakley’in aktardığına göre T-Bone Walker “St Louis Blues” ile ilgili olarak şunları söylemektedir:

“Şimdi ‘St Louis Blues’ gibi bir parçayı alın. Bu hoş bir parçadır, blues vari bir tarzı vardır, ama blues değildir. Blues’u giydirip süsleyemezsin… ‘St Louis Blues’un iyi bir müzik olmadığını söylemiyorum. Ama o blues değil.”

Bütün bu yorumlara rağmen Handy’nin blues tarihindeki önemi yadsınamayacak derecede büyüktür. Her ne kadar Mamie Smith’in 1920 tarihli “Crazy Blues” parçası tarihteki ilk blues kaydı olarak geçiyorsa da, Handy’nin “Memphis Blues”u 1914 yılında Victor Military Band tarafından kaydedilmiş, 1915 yılında ise Morton Harvey tarafından söylenmiştir. Handy ise ilk kaydını 1917 yılında New York’da gerçekleştirmiştir.

W.C. Handy 1920’lerde kaybetmeye başladığı görme yetisini 1943 senesinde tamamen yitirdi.  1958’deki ölümüne kadar blues ile fazla ilgilenememesine rağmen, daha önce yazdığı otobiyografisi ve 1926’da yayınladığı blues antolojisi, blues müziğinin kitlelere ulaşmasında çok önemli bir yer tutmaktadır.

Yazan : Güven İlter

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir